Denenmemişliğin ardına bakmaca, düşünülmeyenin peşinden koşmaca !...
Arayış yollarında ruhunu kaybedip, sisler ülkesinde kaybolanı aramaca !...

BÜYÜK UNUTUŞ - Bir Ruhsal Kurgu Pratiği

Ruhsal kurgu neden olmasın diye kaleme alınmış bir yazıdır.
Ruh zaten kurgudur denirse de, cevap açıktır, bu "Kurguların Kurgusudur"
Anlatılan olayların gerçekle uzaktan yakından alakası sınırlı olup, isim benzerlikleriyse tamamiyle tesadüftür.
İsimse Daniel Quinn’in B’nin Öyküsü kitabının, Büyük Unutuş kısmından esinlenmiştir.

Keyifli okumalar.

DÜŞÜNCE İMPARATORLUĞU - SONSUZ SESSİZLİK

Evrenin bilinmeyen bir yerinde, görünmez varlıklar yaşarmış, bunlar görülmediği gibi, duyulmaz, hissedilmez, madde denilen şeyden tamamiyle azade varlıklarmış.
Herhangi bir bedenleri olmadığı için, herhangi bir yurtları da yokmuş, bir birleriyle anca telepati ve hayal denilen, düşüncenin kurguladığı sanal bir gerçeklikte, ortak hayalde iletişim kurabilirlermiş.

Bunlar en basit deyimle birer "düşünce formlarıymış", doğum yok, ölüm yok, temas yok, açlık tokluk hiç yok, vs. vs. tamamen nötr varlıklarmış.

Her şeyi düşünebiliyorlar, lakin bu düşüncelerini vücuda getiremiyorlarmış, buna anca hayalde imkan bulabiliyorlarmış.
Diğer yandan çeşit çeşit, farklı farklılarmış, yani hepside aynı değilmiş, lakin bu farklarda bir çatışma ortamı oluşturmazmış hiç bir zaman.

Bunların görünmezlik olayı hem en büyük özellikleri hemde en büyük sıkıntılarıymış, zira madde bazında hiç bir şeye sahip olamazlar ve her şeyin içinden geçip gittikleri için, hayallerinden, düşüncelerinden, birde kimliklerinden başka hiç bir şeyleri yokmuş.
Hasılı bunların yaşamları statik bir yaşammış, isteseler de dinamik olamıyorlarmış.

Eylemsizlik veya durağanlık denilen bu statik durumla da sonuçta baş edebiliyorlarmış, neticede zaman, doğum, ölüm gibi şeylerin baskısını yaşamadıkları için, statik durum bir problem değilmiş.
Saf düşünce oldukları ve beden gibi baskıları da bulunmadıkları için, istedikleri hayali kurup, o hayalin içinde istedikleri gibi de davranıp, her türlü deneyimi de yaşayabiliyorlarmış.

Teknik olarak bir birlerini de göremiyorlarmış, kendilerini de göremiyorlarmış, gördükleri bir birlerine görünmesini istedikleri hayali suret neyse oymuş, erkek ve dişi potansiyeline de sahiplermiş, yani hem erkek hemde dişi olabiliyorlarmış.
Ben kimim sorusunun cevabı onlar içinde muğlak bir cevapmış, bunun tam bir cevabı yokmuş.

Diğer yandan hayal dünyasının gerçeklik algısı ve yaşanılan gerçeklik hissi de hayallerle kısıtlıymış ve hayalde de zaman kavramı olmayınca çekilen acıda, sevinçte, hazlarda statikmiş.

En son yaşanılan his neyse hep o kalıcı oluyormuş, dolayısıyla bir önceki hisler ne yaşanırsa yaşansın, hiç yaşanmamış gibi oluyormuş.

Acı varsa hep acı, sevinç varsa hep sevinç, sonu olmayan bir sonsuzluk gibiymiş duygular.

Hafızanın yazılacağı fiziksel bir ortam olmayınca da, hafıza da kayda geçemiyormuş, geçmişin yaşanılmışı da bugünden bilinemiyormuş, düşünce ise her daim o ana odaklı olduğu için, ve anlarda her daim bir biri üstüne bindiği içinde, bir öncekine ulaşmak imkansız gibiymiş, düşünce otomatik işler ne yapacağını da bilirmiş.
“Hafıza olayına ortak bilinç alanları yaratarak çözümde bulmuşlar sonradan, lakin her zaman en az birinin bu alanı aktif tutması gerekiyormuş, yoksa kimse olmazsa o alanda ki bilgi anında siliniyormuş, nöbetleşe bunun üstesinden gelmişler, önemli gördükleri şeyleri bu alanlara aktarabilmişler.” Gerçi hafızasızlığın bir iyiliği de varmış, her zaman yaşanılan his, ilk his gibi olunca, etkili de oluyormuş bir yandan, 100 kere sevinç yaşasada bunun yansıması her daim sevinç 'miş, önce olmayınca sonrada olmuyormuş, çok kavramı ve sayılar zamandan soyutlanmış bu statik ortamda, zaten anlamsız, kimsenin işine yaramayan kavramlarmış.
Hareket ettikleri zaman, düşünce hızında hareket ediyorlarmış ki düşünmeleri yetiyormuş zaten.

Böyle garip bir yaşam;
Ne doğum var içinde, ölümden azade.
Ne ölüm var içinde, doğumdan azade.

Derken bu alem bir gün şu sözlerle çalkalanmış,
"Bedenlenmenin bir yolu bulundu !!"


ÇATIRDAYAN EYLEMSİZLİK - YAŞAMA İLK TECAVÜZ
Herkes büyük bir heyecana, devamında da korkuya kapılmışlar, zira söylentiler öyle çoğalmış ki herkes bir şeyler söyler olmuş.
İlk defa eylemsizlik kendi ile çelişir duruma gelmiş, herkes hareket edince o da çatırdamaya başlamış adeta.

Akabinde büyük bir konferans düzenlenmiş, zira işin içinde yok olmak gibi, bir bedenin içine sıkışıp kalmak söylentileri de yayılmış.
Lakin bir süre sonra bunun korktukları gibi olmadığını anlamışlar, zira madde denilen şeyin bir ömrü varmış, sonsuz değilmiş, sürekli aynı yapıda kalamıyormuş.
Canlılarda olay dahada kısaymış.

Kısaca bulunan yol şuymuş, canlı bir organizmaya en küçük boyuta kadar küçülüp, sıfır düşünceye gelip, kendini resetleyerek, ona hücresel bazda tutunup entegre olmakmış, yol buymuş.
Zaten saf düşüncenin bunu yapabilmesinde bir sorun yokmuş, isterse kendi yokluğunu bile gerçekleştirebilirmiş ki hiçlik noktasına kadar küçülmek sorun değilmiş.

Ruhlar bu entegrasyon olayına "aynalama" demişler, en küçük boyuttan itibaren o yaşamı taklit etmek, onun gibi olmak, ona tutunup, onun yaptığını yapmakmış mesele.

ve tabi bir aynanın karşısına geçip, derin derin kendilerini incelemek gibi, garip özlemleri de olunca, "aynalama" herkesçe kabul görmüş.
Ruhlar hiç bir şartta zeminde kendilerini göremiyorlarmış zaten!

Hiç yapılmamışlığın verdiği büyük heyecanın adıymış aynalar!...

Araştırmalar sonunda dünya denilen gezegende böyle bir canlı bir ortam keşfedilmiş zaten, gerçi oradaki yaşam mini düzeyde bir yaşammış, yosundan, çimenden, mikro organizmadan ötesi yokmuş, zaten yeterli oksijeni de yokmuş.

İşte ruhlarında tam aradığı buymuş, doğup, büyüyüp, gelişen ve akabinde de yok olan bir düzenmiş aradıkları.
Gerçi o dönemde yok olma, yani ölüm uzun bir süreçmiş, bu yaşam çeşitinin yüzlerce, binlerce yıl yaşayanları da varmış, çok gelişmedikleri için hep aynı şekilde de kalıyorlarmış, yani o yaşamda bir nevi statikmiş.

Statik bir yaşamı başka bir statik yaşamla değiştirmek önceleri pek cazip gelmemiş.
Lakin bu statik ortamı hızlandırıp dinamik bir yapıya sokmak, fırsatı geçmiş ellerine, devamında onun ölümü de öne alan bir durummuş bu, yani

"ne kadar çabuk gelişme o kadarda çabuk tükeniş."

İşte bu noktada bazı ruhlar bu olaya ta baştan, ilke olarak karşı çıkmışlar, zira onlara göre bu başka bir yaşama tecavüzden başka bir şey değilmiş!

Bir özgürlük nasıl olurda bir başka özgürlüğü, hemde onun rızası olmadan işgal edebilirdi ki?

Özgürlük bunun neresinde, söyleyin bize?


LANETLENMİŞ BEDENLER - RUHLARIN LANETİ
Bizler evrenin uyumuyuz, başka bir şey bilmeyiz, eğer başkalarına müdahale edersek, bu evrenin kadim düzenini alışıla-gelmişliğini bozar, kendi heves ve heyecanlarımız için, başka bir yaşamı amacından çıkartmak, onu geliştirmek, devleştirmek, onu başkalaştırmak ne kadar doğrudur?
Biz bu istilaya ortak olamayız, karşıyız!... demişler.

Dedikleriniz doğru, ama diğer yandan da önümüzde hiç bir zaman yaşayamayacağımız, bilemeyeceğimiz fırsatlarda bize göz kırpıyor, buna engel olamıyoruz demiş maceracı ruhlar.

Karşı gelenler, eğer evrenin yasaları bir kez delinirse ve bunun önü kesilmezse peşinden neler geleceğini hiç birimiz öngöremeyiz, bu bizi de yok edebilir.

Yok etmese bile ilkesi olmayanın, var olmasının ne anlamı var?
Adalet sade bize değil, herkese ve her şeyedir...

Ama madem bu duygu baskın geliyor, buna engel olmayacaksınız, lakin buraya geri gelirken de bunlardan tamamen temizlenmeden de sizi tekrar aramıza almayacağız, yani şartlarımız var derler.
1- Dünyaya 2. bir kez asla giriş yapmayacaksınız!...
2- Ben'lik olduğu sürece buraya da giremeyeceksiniz!...
3- Ağlayarak doğacak, doğumla çoğalacak, yemekle beslenecek, beslenmezseniz öleceksiniz.
4- Bencillik yapıp, başkalarına zulüm etmeyeceksiniz, bunun kurallarını VİCDANLARINIZA biz yazacağız, oradan okursunuz. "DOĞRU" yu aramak için yaşayacak, onu bulduğunuzdaysa Yalnızlık, Acı ve Sarhoşlukla karşılaşacaksınız, "YALAN" da ise Huzur ve Tatlılık bulacaksınız.

İnsan başkasına yalan söylese de VİCDANINDA bunun YALAN olduğunu illaki bilecek, dolayısıyla kimse kendini kandıramayacak, herkes kendini BİLECEK, bu BİLİŞİ unutanda bundan sorumlu olacak, unutmayıp egosuna uyanda zaten sorumlu olacaktır.

İnsan olmayı kabullendiğiniz için bu sorumluluğu da baştan kabullenmiş oluyorsunuz.

Kim ki bu kurallara karşı gelirse, onu kendi vicdanına ayna yapıp, onu o anılarla ve o acılarla baş başa bırakacağız ki ta ki kendi vicdanı ve diğer vicdanlar onu affedene kadar sürecek bu.

Değilmi ki dünyaya gelirken dünya yaşamına müdahale ediyorsunuz, ona tecavüz ediyorsunuz, bir başkasının özgür ortamını kısıtlıyorsunuz.
Olmayacak bir işe girişiyorsunuz.

Sizinde özgürlüğünüz kısıtlanacak!...

İsteseniz de düşünce esaretinden bile kurtulamayacaksınız.
İstediğiniz bedeni,
İstediğiniz cinsiyeti,
İstediğiniz aileyi,
İstediğiniz toplumu,
İstediğiniz dili, ve
İstediğimiz şartları doğumdan itibaren, biz seçeceğiz ki her şeye sıfırdan başlayacaksınız.

"Özgürlüğe öyle hasret kalacaksınız ki her zaman başkalarını özgürlüğünüze tehdit olarak göreceksiniz"
"Ne dünyaya geldiğinizi, ne orada yaşadığınızı, nede oradan gittiğinizi bileceksiniz"
"Ne ilk aldığınız nefesi hatırlayacak, nede ilk gördüğünüz görüntüyü bir daha görebileceksiniz"
"Ne tam rüyalar görecek, ne gözünüz doyacak, nede hayallerinize tam ulaşacaksınız" 

 Bundan sonrası asla bundan önceki gibi olmayacak!...
demiş karşı çıkanlar.


HAKKI ARAMAK - KÖTÜLÜKLE YÜZLEŞME
Hakkı aramayacaksınız!...
Hak talebinde bulunmayacaksınız!...
Haksızlığa uğrasanız bile buna razı olacaksınız!...

Diğer türlü Hakkı gasp etmenizde zaten yasak, bundan daha çok mes'ul olacaksınız.
Hakkı arasanız da suçlu, hakkı gasp etseniz de suçlu olacaksınız.

Hakka dair ne varsa, size yasak olacak!...
Hakka ellemeyecek, Hakkı tesis etmeye çalışmayacaksınız!...
Sadece razı olacaksınız, başka seçeneğiniz olmayacak!...
Çünkü hayatı biz sizin için dizayn edeceğiz, onu DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞMAYACAKSINIZ.
Çerçevesini biz çizeceğiz, kaderinizi biz belirleyeceğiz ama kaderin içide boş olacak, bunu siz dolduracaksınız.

Kötülük işlemeye ruhsatınız yok, o yasak;
Lakin iyilik istemeye de hakkınızda olmayacak, o da yasak.
Her halükârda suçlu olacaksınız, masum olmayacaksınız.

Ben kimim?” sorusunun cevabı, sizin için “Ben suçluyum!” dur, başka değil. Değil mi ki ilk suçu, ilk günahı siz işlediniz, yaşama müdahale ettiniz, bunu anlayana kadar sürecek bu.

Ne zaman ki bir haksızlığa uğradığında başkalarını suçlamak yerine, kendinizi suçlarsınız.
Kendi içinizdeki esas kötülüğünüzle yüzleşirsiniz, bunu tam itiraf ettiğinizde, işte o gün bizde çok sevineceğiz.

Bunu o kişi görmese duymasa bile, çok iyi hissedecek, o da sevinecek, sevindiğimizi bilecektir.

Kim ki hak aramayıp, başkalarını suçlu görmediğinde, kendi suçunun bilincine erdiğinde,
Bu LANETİ en özel şarkılarımızı söyleyerek o ruhun üzerinden kaldıracağız.
Kaldırmazsak o lanet bize de olsun.

Aksi taktirde bu laneti hiç bir şekilde bozmayacağımıza söz veriyoruz.
LANET Adaleti bozanların, İlk suçu işleyenlerin üzerinden, gerçeklerini görmedikçe kalkmasın demiş, ilkelerin de ısrarcı ruhlar.

“Sonsuzluk o güne değin böyle bir lanet görmemişti,
lakin sonsuzluk o güne değin böyle bir ihtirasta görmemişti.”

Karşılıklı sözler verilmiş, vicdanlara gereken bilgiler işlenmiş, adeta vicdanlar yeniden programlanmışlar.

Akabinde tüm ruhlar büyük bir törenle bunu kutlamaya başlamışlar.
Sonsuz mutluluğu terk etmek, acaba bir delilik mi olacaktı?
Yoksa bir anlık gerçek, sonsuzluğu gölgede mi bırakacaktı? Yaşanmadan bilinmezdi? neticede yaşamak gerekiyordu.

Delice bir kumar olsa da bu yaşananlar, aslında kaybedilse de, kazanılsa da her ikisi de ilk deneyimleri olacaktı.

Hiç bir sanallığın veremeyeceği ilk deneyimlermiş bunlar.
İlk kumar
İlk günah
İlk ceza
İlk risk
İlk bedenlenme
İlk ayrılık
İlk istilâ vs.
...
Bu kadar ilk'in verdiği hazza karşı durabilmek zormuş, çılgınca kutlamışlar bunu.

Sonuçta istilada olsa yeni bir şeyin keyfiymiş yaşananlar, kutlanması ve kutsanması da gerekiyormuş, onlarda öyle yapmışlar.
Lanetler ve kutsamalar gölgesinde, büyük istila böylelikle başlamış, dünya hayatını dahada canlandırmak için, bulutlara benzer gemileriyle gelmişler.
Düşüncenin efendileri, ihtirasların kölesi olarak, uğruna lanetlendikleri, ilk'leri ilk kez yaşayacakları yer yüzüne, büyük bir tutkuyla yağmur gibi yağmışlar.



EN BÜYÜK İSTİLÂ - LABORATUVAR OLAN DÜNYA
Evrenin o güne kadar görmediği, o günden sonrada göremeyeceği en büyük İstilâ sonrası hayat bir süre sonra suların deli gibi çağıldadığı, kuşların öttüğü, ormanların çoğaldığı, rüzgarın şarkılar söylediği, böceklerin hayvanların cirit attığı bir yer olmuş çıkmış.

Güneş bile başka parlıyormuş sanki.

Ruhlardaki yaşam enerjisi çılgıncaymış, her ne kadar güçsüz olsalarda, düşünce boyutunda kendilerini sıfırlasalarda, yeni bir şeyin verdiği heyecanı çok baskılayamamışlar, dolayısıyla herşey azman boyutlarda kontrolsüz bir büyüme göstermiş.

Düşler yurdunun gerçekliği akıllarını başlarından almış, hoyratça davranmışlar.

Koyun kadar böcekler, devasa yaratıklar, anormal bitkiler derken dinamik yaşam olayı çığırından çıkmış gitmiş.
Hasılı bu dinamik yaşam ruhları bozmuş yada ruhlar yaşamı bozmuş, bu pek bilinmez ama bilinen kontrol iyice kaybolmuş.

Yeniden toplanmışlar, demişler bu böyle olmayacak, yaşamı yeniden dizayn edelim, daha kontrollü davranalım, vs. ler diyerek kararlar almışlar, programlar programlamışlar.
Konseyin gücüyle tüm ruhları geri çağrılınca dünyada ki o devasa yaşam bir gecede bitmiş, yaşam gene en basit statik şekline dönüvermiş.

Aradan zaman geçmiş, zemin geçmiş bu sefer ruhlar daha kontrollü gelmişler, fakat çok geçmeden gene karman çorman devasa bir yaşam oluşmuş, sonra gene karar almışlar, gene geri çağrılmışlar.

Bu olay bir kaç kere böyle devam etmiş.

Dünya onların laboratuvarı olmuş.

Aslında bunun böyle olacağını da önceden tahmin de edebilmişler, karşı gelen ruhlar bunu da bahane etmişler çünkü, başka yaşamlar sizin oyuncağınız değil demişler.
Bu yüzden olayı bir ar-ge gibi de ele almışlar, notlar tutmuşlar, hatalarını kusurlarını görmüşler ve en sonunda esas işe koyulmuşlar.

Ve "İnsan" dedikleri, hayallerinde büründükleri o şeklin, gerçeğini gerçekleştirmeye sonunda koyulmuşlar.

Lakin bu kolay bir iş değilmiş, birden bire insan yapmaya teknik olarak güçleri yetmiyormuş, ayrıca yemek, içmek, hastalıklar, üreme vs.ler nasıl olur, ne yapılır, ne edilir bunu da bilmiyorlarmış, böyle bir deneyimi daha önceden teori haricinde, pratikte hiç denemedikleri için, İnsan konusunun bir hayli zorlanmışlar işin aslı.
Karar almışlar, her şeyi çok küçük küçük ayarlar yaparak, yaşamı yok etmeden, deneye yanıla yapmaya karar vermişler.

Zaman sıkıntıları da olmadıkları için, binlerce, milyonlarca yıl bu işe adamışlar kendilerini, diğer yandan da oldukça dikkatli davranmışlar, sonuçta ellerinde ki tek fırsatta buymuş, bu yaşamı kaybetmek riskini gözede almamaya çalışmışlar.

Otlar, meyveler, bitkiler derken ette yemişler ve binlerce yıl bunları gözlemlemişler, bakmışlar ki et yedikçe beyinleri dahada büyümeye başlamış, doğa kitabını okumaları, tuzaklar kurmaları, göçler yapmaları vs.ler daha kolaylaşmış, et ağırlıklı bir yaşam, küçük köy kabile şeklinde yaşamaları, üremeleri, beslenmeleri ve sağlıkları açısından çok daha iyiymiş, böylelikle buzul çağlarını bile atlatmışlar.


ŞAMANLARIN BÜYÜSÜ – ÖZ DÜŞÜNME
Denemeler başarılı olmuş ve buzul çağını iki tür atlatmış, ikisi de kaya gibi sağlamlarmış, beyin olarak yeterli seviyeye de gelmişler, artık sıra gelmiş soyut kavram olayına, yani 2. aşamaya gelmiş...

Böylelikle ruhların o laneti de devreye girmiş, zira insanlar artık çevre olgusuna, aile, düşünebilme, iyiyi kötüyü ayırt etme seviyesine azda olsa gelmişler.

İlk insanlar oldukça tehlikeli bir çevrede yaşıyormuş, en ufak bir hastalıkta hemen ölüyor, kendini çok tedavi edemiyormuş, ayrıca ümitsizlik, ışıksızlık gibi bazı içsel sıkıntılarda baş göstermiş, onlara bir ümit, ışık olması açısından rehberler önderler lazım demişler.

Zira önderleri olmayınca, ne yapacaklarına çok kararda veremiyormuş insanlar, rüyalar ile kontak kurulsa da, rüyada statik bir ortam olduğu için, soyut kavram bilgileri de zaten az olduğundan, pek bir işe yaramıyormuş.
Ruhlar konseyi bu duruma direk müdahale için, bazı ruhları özel olarak seçip, bu seçilmişleri yeryüzüne göndermeye karar vermişler.

Burada ki olay bunların resetlenme/aynalama hadisesinin %0 olarak değilde, %1 olarak yapılmasıymış, o %1 'lik fark ilede bunlarla kontak kurabilmeyi umut etmişler.

Evet dedikleri gibi de olmuş, lakin bu kişiler çocukluklarında ve gençliklerinde öyle bir hastalanmışlar ki kendileri ormanlara, sulara atmışlar, adeta delirmişler, günlerce bağırmışlar çağırmışlar, insanlarda şaşırmışlar bu duruma, n'oldu bunlara böyle diye, fakat o ateşli durum geçtikten sonra, durgun sular gibi durulup;

Köylerine mağrur krallar gibi geri gelmişler.

Halklarda onlarda ki bu değişimi fark etmiş, onlara saygıda kusur etmemiş, önderleri bilmişler, dediklerinden çıkmamışlar.
Onlarda onlara kamp ateşi başlarında, davullar çalmış, şarkılar söylemiş, şiirler okumuş, esrarengiz hikayeler anlatmış, unutulmuş efsanelerden bahsetmiş, hastalıklarını tedavi etmiş, yol yordam göstermiş, doğaya saygıdan sevgiden bahsetmiş, anlatmışta anlatmışlar.

Ve Şamanlar da tarih sahnesine, dikey bir giriş yaparak, büyük istilanın kötü izlerini silmek için, büyülü tılsımlar gibi mistik damgalarını tarihe sessizce vurmuşlar.

Yarı çıplak, yüzleri boyalı, bu adamlar “az düşünüyor” olabilirlerdi ama bu az düşünme beraberinde onlara “öz düşünmeyi” de getiriyordu.

Onlardan sonraki medeniyet insanlarıda bu "özü düşünme" yetisine asla sahip olamayacaklardı, zira onlar için ne kadar çok düşünce, bir o kadar da kaos demek olacaktı ve onlar bunu da asla bilemeyeceklerdi.

Çünkü kaderi yazanlar onlar için bunu uygun görmüşlerdi, onlarda kendileri için uygun görüleni ister istemez candan uygulayacaktılar.
Kaderi uygulamanın yolu onun bilincinde olmamaktır ki işte o bilinçsizlik atmosfere iyice yerleşecekti.

Cehalet en büyük korku, korkuda en acımasız yönetici olacaktı insanlar için.

Özetle çok düşüncenin olduğu yerde "öz" düşünceden eser bulunmayacaktı, öz, azın arkasına gizlenecekti.

Aynı bunun gibi gerçeklerde, cehaletlerin arkasına gizlenecekti.
Bu kaderi yazanların bir oyunuydu, insanlarda bu oyunu bilmeden layıkıyla oynayacaklardı.
Dolayısıyla insanlar cehaletten, vahşi bir hayvandan kaçar gibi kaçacaklardı.

İnsanlar korku odaklıydılar, ve işin aslı insanlar BİLGİ den çok önceleri kaçmışlardı.
BİLGİ zaten onların evvelde bildiği bir şeydi, amaçları tekrar bilgiye ulaşmak değildi ki?

Zaten öyle olsa ruhlar alemini de terk etmezler, lanetlenmeyi de bile bile göze almazlardı.
İnsanlar aslında CEHALETİ bile bile seçmişlerdi, onların aradığı ulaşmak istediği bu cehaletti, bunun deneyimiydi.

O yüzden ÖZ den kaçmaları, onu cehaletle örtmeleride, bile bile ladesten ötesi değildi...
Fakat cehalet öyle bir şeydi ki bunu bile sonradan kabul etmeyecekti. Genede alan memnun, satan memnundu.

Her şey büyük bir planın gerekliliği içerisinde oluyor, insanlar cehalete adete ateşe uçan pervaneler gibi delicesine de uçuyorlardı.
Bu onların başka bir kaderiydi, cehaleti iliklerine kadar yaşayacak ama onuda en doğru belleyeceklerdi.

DOĞRU kavramının bir büyüsü vardı, o insanı büyülerdi.
Lakin YANLIŞ kavramının bir büyüsü yoktu, o yüzden senaryoyu yazanlar, çoğu yanlışları doğrular ile yer değiştirip, herkesi büyülediler.
Herkeste bunu istemişti zaten, istenilen arzulanan buydu.


TANRILAR ÇAĞI – TIRMANAN KAOS
Zaman ilerlemiş artık insanlar daha soyut düşünebilmekte, resimler semboller çizebilmekte, bunlara anlam verebilmekte, kitaplar yazabilmekte, kanunlar koymakta, sanatla uğraşabilmekte, tarım yapabilmekte, alet edevat geliştirip kendini daha iyi koruyabilme seviyesine geldiğindeyse, ruhlar konseyi 3. aşama planlarını çoktan devreye almışlardı.

Medeniyet denilen bu süslü çağların yeni adı, uzunca bir süre "Tanrılar çağı" olarak anılacak demişlerdi kendi aralarında.

Buna uygun olarak, her türlü tez, anti-tez, sentezlerle fikri dünyayı fikir bombardımanına tuttular, kimileri inanan kimileri de inanmayan oldu, herkese bir rol biçildi, hiç bir şey olmamak gibi bir seçenekte zaten yoktu, sonuçta ne olursan ol, onların dediği olmuş oluyordu.

Tanrıları yazanların elinde inanılmaz bir senaryo, buna uymaya çalışan insanların elindeyse, düşünmekten başka bir yol yoktu.

Neden, niçin, nasıl, kim, niye soruları arasında düşündükçe düşündüler, düşünceler iyice geliştikçe, başka bir şeylerde olmaya başladı.
Acaba nedenleri, niçinleri, nasılların, kimlerin, niyelerin cevabı Tanrılar mıydı?

Dinler inançlar, peygamberler evliyalar, erenler ermişler, azizler azizeler, eş zamanlı dünyanın her yanından, baharda çıkan taneler gibi teker teker çıkmaya başladılar, Tanrıdan meleklerden, öteki dünyadan cennetten cehennemden, iyilikten kötülükten, sevgiden saygıdan bahsetmeye başladılar, insanları etraflarına topladılar, kimileri başarılı oldu kimileri de başarısız oldu.
Cevaplar bulunuyor muydu yoksa?

Bunlarda Şamanlar gibiydiler, bunları kendiliklerinden yapmıyorlardı ama Şamanlar gibi de gelmemişlerdi.

Dolayısıyla nereden geldikleri bilemedikleri gibi, nereye gideceklerinin tam bilincinde de değillerdi.

Zaten Ruhlar konseyi de yeni bir yol daha bulmuştu, zira onlarda güçlerini eskiye nazaran daha iyi kullanabilmeyi öğreniyorlardı, direk istedikleri kişiyi seçip, ona istediği şeyleri söyletip, istedikleri şeyleri yaptırabiliyorlardı.
Oyun yeni yeni kızışıyordu...

Bu işler için, madde, mana, enerjiler arasında geçiş yapabilen, istediği anda istediği yerde bedenlenebilen, rüyalarda gezen, engel tanımayan özel bir şey yaptılar, daha doğrusu birini yaptılar, zira bu şey ruhlar konseyinin "ortak bilinç" alanında, düşüncenin projeksiyonuyla vücut bulmuş bir bedendi, isimsiz, cisimsiz, kimliksiz bu kişiye insanlar Hızır dediler, Hızır bildiler, lakin kimdir, nedir, nereden gelmiştir, nerede yaşar hiç bilemediler.

İşte 3. aşamanın en gizli, en özel operasyonel kahramanı buydu, her işin altında onun parmağı vardı demeye gerek yoktu herhalde.

Artık Şamanlara da gerek yoktu, zira koca şehirler, koca medeniyetler içerisinde onlar yaşayamazlardı, şehir hayatı onları köreltiyordu, onlar doğaya aittiler, zaten Şamanlar kalabalık ortamları hiç sevmediler.
Fakat genede Şamanlar o fikri yağmurlardan kabilelerini korudular, çünkü onların unvanı koruyucuydu, bunu layıkıyla başardılar.

Bu yaratılan suni kaos 'un farkına varan Taoizm, Tasavvuf gibi başka gönül ekolleride oldu, onlarda bunu sistemleriyle aştılar, aşmaya çalıştılar.
Bu hayat neticede büyük bir rüyaydı, her şeyi hazır bulduğumuz, ne tarafa dönersek dönelim uyanamayacağımız bir rüya mıydı bu?
Öyleyse bir yanlışlık olmalıydı, söylenenler gerçek olamazdı dediler.

Sorularda sordular şüphelendiler elbette ama esas olarak deneyime
odaklandılar, tecellilerin sarhoşluğuna kapılmadılar.

Herkesin BEN i yüceltmek adına aynalarla yaptığı o dansa onlar katılmadılar, bilakis BEN denilen o aynayı kırıp, arkasında hiçliğe odaklandılar.
Hiçlik zaten eylemsizlik denen o önceki sonsuz yaşamlarından kalma bir özellikti ki onu yadırgamadılar, onu tanıdılar.

Olayların temeli BEN di, bu kaosun sebebi de o olmalı dediler ve ona hiç itibar etmediler, dolayısıyla bu oyuna da çok gelmediler.
Daha doğrusu gelmemeye çalıştılar, ne var ki sistem müthişti çokları bunu aşamadılar.

Her ne kadar senaryo, konseyin istediği gibi işliyorsada, insanlar buna canu gönülden destek veriyorlarsada, onlar bu yanlışı sevemediler.
Lakin düzeltmeye de çalışmadılar, çünkü düzeltmek bir yanlışa başka bir yanlış ile yaklaşmak olurdu ki zaten gördükleri sorunlardan biride buydu.

İnsanlar bir birlerini doğrular ile aldatıyorlardı.
Ya bizim doğru dediğimiz şeyde yanlışsa!...
Bir hevesin peşinden kimseyi sürükleyemeyiz, gidersekte o hevesin peşinden sadece kendimiz gideriz dediler...

Doğru ve yanlışın bu kadar harman olduğu bir ortamda, ne doğruyu savunmak, nede yanlışı dışlamak doğru değildir!...
O yüzden “Olacak olan olur, kul boşa yorulur” dediler, iyide ettiler.

Senaryoda olmayan bu yöntem, aslında hiç hesapta yoktu, senaryoyu yazanlar buna şaşırdılar, bu durum diğer yandan ilkeli ruhların, ilkelerinde ne denli haklı olduğunu da gösteriyordu-ki onlar haklıydılar zaten-
Senaryoya paralel işleyen bu yapı, neticede düzeni bozmuyordu...
Hatta sisteme de destek veriyordu, öyleyse devam dediler.


UNUTULAN KADER - BÜYÜK SIR
Böylelikle soyut kavram bilgisine vites attıran modern insanlarda, tam gaz kökleyip, ne kadar bilgisi, hayali, düşüncesi varsa bunlara yönelterek, medeniyet için uygarlık için harcayacak, geliştirdikçe geliştirecek, başka bir şey bilmeyecek konuma gelecektiler.
Ta ki buraya ne için geldiğini "unutana kadar"

Amaç buydu.
Plan buydu.

Önce unutmak.
Sonra hatırlamak.

Unutmak zaten eylemsizlikte doğal süreçti, bu biliniyordu;
Lakin hatırlamak eylemsizliğin doğasında yoktu, bu bilinmiyordu.

Sonuçta bu unutuş öyle bir unutuş olmalıydı ki destansı olmalıydı,
Değil atası, onun atası, onların ataları, tüm ataların genlerinden bile silinmeliydi ki bu unutuş efsanevi bir unutuş olsun dediler.

Yerler gökler, dağlar taşlar, otlar ağaçlar, denizler ırmaklar bundan izler barındırmasın istediler.
Bunu kitaplar yazmasın, diller söylemesin, kulaklar işitmesin, öğretiler öğretmesin dediler.
Bu destanı hiç bir yere yazmadılar, hiç kimseye fısıldamadılar, bir sır varsa o da buydu, bunu sakladılar.

“Hasılı biz unutmuş değildik, onlar hatırlanmasını istemediler.”

Gerçi diğer yandan da biz her şeyi unutup, sıfırdan başlamak için buraya geldiysek,
Bunun için laneti bile göze alıp, ruhlarımızı sonsuzluğa rehin bıraktıysak, bu hikayede yanlış olan ne olabilir ki bizler unuttuğumuz bir şeyi, birde hatırlamak zorunda kalalım.

Bizler zaten unutmak için geldik...
Unutalım ki yaşadıklarımız inandırıcı olsun... dediler.
Peki o zaman niye en DOĞRU benimkisi dediniz, yanlışı doğru diye savundunuz.

Biz bir yanlışı savunmadık ki?
Neyi savundunuz!...

Hiç yaşanmamışlık fırsatını geri çevirmedik hepsi oydu.
Bedeliniyse zaten peşin peşin ödedik!...

Kime ödediniz?

Karşı gelen İlkeci ruhlara ödedik, onlarda zaten bu ilkesizliği lanetledi.
Lanetlendiğiniz doğruda, gerçek bedeli henüz ödemediniz ki?

Doğaya bir bedel ödediniz mi?
Ondan özür dilediniz mi?
Onun rızasını almadınız, bir yaşama tecavüz ettiniz.
En önemlisi bu yaptığınızın yanlışlığını ona itiraf ettiniz mi?

Af dilendiniz mi?
Siz yanlışı doğaya yapıyorsunuz, özrü ruhlardan diliyorsunuz.
Bu neyin kafası!...

Doğanın sahibi bir takım ruhlar mı?
Ruhlar olsa bile, bakalım doğa buna izin verecek miydi?

Bunu doğaya hiç sordunuz mu?
Buna hiç tenezzül ettiniz mi?
Eden oldu mu?
Yok, yok, yok!...

Gerçeklik sizi iyice sarhoş etmiş anlaşılan, onu yaşayacağız diye, esas gerçeği es geçiyorsunuz...
Siz şimdi bir aynaya bakıyorsunuz ama unutmayın ki o ayna bir gün illaki kırılacak ve gene siz ebediyen aynasız kalacaksınız...

Yaşadığınız tüm bu gerçekliklerde, istilâlarda bakacak bir yüzünüz olmadığı için, tek kârınız o olacak.
Yüzünüze bakmaya yüzünüz olmayacak, aynanız olsa bile bakamayacaksınız.
İşte sizin de gerçeğiniz bu.

ve BEDENLENME sizi bozdu, o bozuluşun artçılarıdır bu söylenenler.
Baştan yanlış olan, sonunda da yanlıştır, bunu da çok iyi biliyorsunuz!...

- BİTTİ -


UNUTULMUŞLUK 
Unutulmuşluk böyle olmalı, asgari onbin yıl olmalı.
Efsanelerini bile unutanlar, buna şaşıp kalmamalı.
Her yaşananlar unutulsada, lakin kaybolmazlarmış.
İşte geldik gidiyoruz, efsaneler bizide anlatmalı.

Bir zaman ruhların hayaliydik, şimdide onlar bizim.
Ne efsane ama! ne biçim senaryo, ula bu nasıl film.
Yok muydu güzel hikaye, az kaldı ha, sövecek dilim.
Aynada gördüklerini sevdiysen, ben sana ne diyim.

Biliyorsan kendini aynaya gerek yok, görmesende olur.
Görmek ne ki, bilmenin yanında görmenin lafı mı olur?
Aklını kullan, ayna bakanı ters gösterir, düz göstermez.
Ben dediğin dahi sen değil, lakin aynada iş karışık olur.

Efsane işin kurgusuydu, gerçek olansa çektiğimiz acılardı.
Hangi Tanrı, hangi Ruh, bundan kendine paylar çıkaracaktı.
Yoksa insanlar kendi kurgusunun kurbanını mı oynayacaktı.
Suçlu hep başkası, başkası mı hep başkasına ayna olacaktı.

Hiç bir zaman göremeyeceksin kendini, sende bunu kabullen.
Netekim unutup gideceksin, aynada ki seni unutup giderken.
Hiç yaşanmamışlığın girdaplarına, tüm hayallerini gömerken.
Unutmak insana özgüdür, şairler şiirlere tebessüm ederken.

Kötü ruhları fikirlerden kovmak gerekir, bir Şaman gibi.
Tabuların içinden sessizce geçmek gerek, bir Hızır gibi.
Kaderi yazanlar okunmasını nice istesin, bir Sufi gibi.
Ruh yoksa yaşam yok yansıma nasıl olsun, bir Ayna gibi.



 Yansıyan sen değildir, gördüğünde gördüğün gibi değildir.
Her şey bir rüyadır.
Rüyalarda çabuk unutulur, BÜYÜK UNUTUŞ bunun için yazılmıştır.
O unutulmuşluğun ruhsal izdüşümleridir.
Hasılı bu yazılanlar GERÇEK değildir, rüyada GERÇEKLİK nasıl olsun !...
24/12/2014 
(Felâsife)

Canlı oku veya İNDİR: Buyuk-Unutus-bir-ruhsal-kurgu-pratigi.pdf (123 KB)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ruhun tekamülü bedenleşme,
Bedenin tekamülü de doğalaşmadır!


Copyright 2008 - 2024 🇹🇷 @Felasife | Site haritası

Mal sahibi, Mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi!

Creative Commons Atıf 4.0 Uluslararası Lisansı